- Salih Avcı
- 11.04.2025
Loading
KABRİN ÖLÜ İLE KONUŞMASI
Resûl (sallâllah aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:
— Ölüyü kabre koydukları zaman kabir ona şöyle der: “Vay sana, ey Âdemoğlu! Sen neye mağrur oldurdu?. Sen bilmiyor muydun ki, ben mihnet eviyim, yalnızlık eviyim ve karanlığın eviyim? Yılanlar, akrepler durağıyım? Âsilerin zindanıyım. Sen neye aldandın? Oysa yanıma gelince hemen kaçardın! Şaşkına dönmüş biri gibi bir ayağı geri basardı.” Yine haberde gelmiştir ki, Resûl (S.A.V.) şöyle buyurmuştur:
— Allah’ın buyruğuna itâât eden kulu kabre koyarlar. O kişinin iyi ameleri onun çevresini sarar. Ve onu muhafaza altına alırlar. Ayağının ucundan azab melekleri gelirler. NAMAZ, onları karşılar:
— Onun yanına varmayın! O, Allah için ayakta çok durmuştur! der. Melekler ölünün başı ucuna ilerler. ORUÇ, o zaman onların karşısına dikilir:
— Onun yanına varmayın, o Allah yolunda çok susuzluklar çekti! der. Sonra azap memlekleri ölünün yanına gelirler. O zaman SADAKA karşılarına çıkar ve:
— Buna dokunmayın. O, bu eli ile çok sadaka vermiştir! der. Melekler ardından gelince HAC ve GAZA dile gelerek onlara:
— Ona değmeyin! O Hak Teâlâ’nın yolunda zahmetler çekmiştir! derler. O zaman melekler o ölüye:
— Sana bu makam mübarek olsun! deyip çekilirler. Ondan sonra RAHMET MELEKLERİ gelirler. Cennet’ten bir yatak getirirler. Yatağı döşerler. O kişiye kabri gepgeniş ederler. Gözün görebildiği yere kadar kabri genişler. Sonra Cennet’ten bir kandil asarlar. O mübarek ölü tâ Kıyâmet Gününe kadar o kandilin nuru ile aydınlanır. Abdullah bin Ubeyd (Ondan Allah razı olsun) Resûlulah Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
— Ölü, kabre konunca cenazesinin ardından gelen işilerin ayak seslerini işitir. Herkes dönüp gider. Onunla konuşan kimse kalmaz. Onunla konuşan şimdi kabirdir. Kabri ona: “Benim vasfımı, benim heybetimi ve benim darlığımı sana nice kez söylememişler miydi? Benim için ne amel işledin, ne hazırladın?” der. MÜNKER ve NEKİR’İN SORULARI Resûl (sallâllahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: { “Kul ölünce ona iki melek gelir. İkisi de kapkara yüzlü, gök gözlü melektir. Birinin adı Münker, ötekisinin adı Nekir’dir. Bu iki melek kula:
— Hak Teâlâ’nın ve Peygamberin hakkında ne dersin? diye sorarlar. Eğer kul mü’min olursa: Hak Teâlâ birdir ve Muhammed O’nun Resûlü ve kuludur. Bundan sonra yetmiş arşın genişliği ve yetmiş arşın uzunluğu kadar kabre genişlik ve büyüklük verilir. Kabrin her köşesi nurla doldurulur ve ona: Rahat rahat yat burda! derler. O da: Beni, kavmim ve akrabamın yanına koyun! Onları benden haberli edin! der. Melekler de ona: Burada yat. Yeni bir gelin nasıl uykuya varırsa öyle uyu. Seni hiç kimse uyandırmaz. Ancak çok sevdiğin birisi uyandırabilirîderler.. Allah esirgesin eğer o münâfık bir kişi ise ona: Hak Teâlâ’yı ve Peygamberi nasıl bilirsin? diye sorduklarında der ki: Halkın ağzından bir şeyler işitirdim. Söylenip dururlardı. Ben onların dediğini derim! diye cevap verir. O zaman toprağa: Onu sık! denir. Yer onu öylesine sıkar ki, kaburga kemikleri biribirine girer. Böylece Kıyâmete kadar azapta kalır.” Resûlullah Efendimiz, Hazret-i Ömer’e (Allah ondan razı olsun) buyurdu ki: “Ey Ömer! Kendini nasıl görüyorsun? Sen ölünce adamların sana bir mezar kazarlar ki, dört arşın uzunluğunda, bir arşın ve bir karış genişliğindedir. Ondan sonra seni yıkarlar ve kefenine sararlar. O kabire koyarlar. Üstüne toprak döküp geriye dönerler. Sonra sana kabir yoldaşı Münker ve Nekir gelir. Onların sesleri gök gürültüsü gibidir. Gözleri şimşek çakar gibi olur. Kılları yerde sürünür. Dişleriyle mezarının toprağını yararlar. Seni tutarlar, kaldırıp silkerler ve sarsarlar.” Ömer de Resûlullah Efendimiz’e şöyle sordu:
— Ey Allah’ın Resûlü! O lâhzada benim aklım başımda olur mu? Resûlullah: —Olur yâ Ömer! dedi. Hazret-i Ömer de:
— Korkmam öyleyse! Ben onlara kâfi gelirim! dedi. Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
— Kâfire kabirde iki canavarı sataştırırlar. Bunların ikisi de kör ve sağırdır. İkisinin de elinde demir bir sırık vardır ki, başları develere su verilen kovalar kadardır. O sırıkla onu döverler. Tâ kıyamet gününe kadar bu hâl sürer. Ne gözü vardır ki, görüp acısın, ne kulakları vardır ki, işitip şefkat göstermiş olsun. Hazret-i Ayşe (Allah o kadından razı olsun) şöyle buyurdu:
— Kabrin öyle bir sıkması vardır ki, eğer ondan bir kişi kurtulabilseydi Said bin Muâz kurtulurdu. Hazret-i Enes (Allah ondan razı olsun) şöyle dedi:
— Resûlullah’m kızı Zeyneb, Allah’ın dâvetine uymuştu. Onu mezara koydular. Babası Resûlullah Efendimiz’in yüzü baştan başa sarardı. Yüzünün rengi eski halini alınca, biz:
— Ey Allah’ın Resûlü! dedik. Bu ne haldir ki, sana geldi? O da:
— Kabrin sıkıştırma safhalarını ve azabını hatırladım. Bana, ona edilecek azabın az olacağı bildirilmişti. Ama kabir onu öyle sıktı ki, bütün âlem işitti. Resûlullah Efendimiz sonra şunları buyurdu:
— Kâfirlere kabir azabı şu biçimde olsa gerektir ki, doksan dokuz ejderha iledir. Hem ejderha bilir misiniz ki, doksan dokuz yılandır ve her birinin yedi tane başı vardır. Ölüyü kimi zaman ısırır, kimi zaman yalarlar. Kimi de tenine zehirlerini akıtırlar. O zehirle onu şişirirler. Bu hâl kıyâmet’e kadar böyle sürer, gider. Yine Resûlullah (S.A.V.) şöyle buyurdu:
— Kabir,âhiretin ilk uğrağıdır. Eğer kabir kolay olursa, ondan sonraki duraklarda işi daha da kolay olur, eğer zor olursa sonrakiler daha da zorlaşır. Ey İlâhî sırlara ermek isteyen! Sen bil ki, kabirden sonra gelen, sûrun üflenmesidir. Ona Nefha-i Sûr denir. Ondan sonra Kıyamet Günü’nün uzunluğu, sıcaklığı ve ter döktürmesi gelir. Bundan sonra gelen, günahların soruşturulması korkusudur. Ondan sonra da Amel Defteri’nin sağdan mı verilir, soldan mı verilir korkusu gelir. Daha sonraki korku Mahşer halkının arasında rezil olmak, kınanmak korkusu vardır. Daha sonra terazi korkusu gelir. Kişi: İyilikler kefesi mi ağır gelecek? Kötülükler kefesi mi ağır gelecek? diye korkar. Bundan sonra hasımlara zulmetmesi sorulur. Onlara cevap vermek korkusu da vardır. Ondan sonra Cehennem’deki zebâniler korkusu vardır. Bundan sonra da: Boyunlara geçirilen zincirlerin, yılanların, akrep ve haşerelerin korkusu vardır. Bu azaplar da iki türlüdür. Biri Cismânî Azâb, ötekisi de Ruhânî Azâb’tır. ; Bu âlemde olan kişilere ölmüşlerin halini bilmenin yolu yoktur. Yalnız Mükâşefe (yâni Allah’ın evliyasının keşfi) ile bilinir ve öğrenilir. Veya uyku âleminde yahut uyanıklık âleminde bu mükâşefe olur. Fakat duygularımızın o gayb âlemine hiç bir yolu yoktur. Ölmüşler, öyle bir âleme erişmişlerdir ki, bu beş duygumuzun hepsi, onları anlamaktan uzaktır^ Nitekim kulak, renkleri, şekilleri görmekten uzaktır. Ancak Âdemoğlundan gaybm gizli hallerini keşfedecek bir özellik vardır ki, zâhirî duyguların zahmetleri ve dünya meşgaleleri ile örtülü kalmıştır. Âdemoğlu uykuya varınca örtüsünde bulunduğu meşgaleden kurtulur. Hâli de ölmüşlerin haline yakınlaşır. O ölmüşlerin yaşayışları, halleri ona açılmaya başlar. Yine bu özellikten ötürüdür ki, ölüler de bizden haberli * / olurlar. O zaman da bizim güzel amellerimizle sevinirler, günahlarımızdan ise kaygılanırlar. Nitekim bu da Peygamber Efendimizin hadîs-i şerifinde bildirilmiştir. Onların haber almaları Levh-i Mahfuz aracılığı iledir. Başka bir vasıta ile değildir. Çünkü gerek bu dünyadakilerin, gerek öteki dünyadakilerin halleri Levh-i Mahfuz’da yazılmıştır. Âdemoğlunun Levh-i Mahfuzla ilgili olursa öteki âlemdekilerin halleri Levh-i Mahfuz’dan bilinir. Onların da Levh-i Mahfuzla ilgisi olduğu için onlar da bu dünyadadakilerin halini oradan bilirler. Levh-i Mahfuz’un benzeri şu ayna gibidir ki, her şeyin şekli o aynada görünür. Âdem’in ruhu da bir ayna gibidir. Ölenlerin ruhu da ayna gibidir. Bir ayna, karşısında bulunan bir aynanın içindekilerini nasıl tekrar gösterirse Levh-i Mahfuz’da yazılanlar da bizim ve ölmüşlerin ruh ayna'arında öyle görülür. Ama sanma ki, Levh-i Mahfuz ağaçtan, ya da kumaştan veya başka bir şeyden yapılmıştır. O, baş 33 ÖLÜM ve KIYAMET gözü ile görülmez. Bunun imkânı yoktur. Orada yazılmış olan yazıyı okuyamayız. Onun benzeri olan bir şeyi görmek istersen bunu kendi varlığından iste. Çünkü bütün yaratılmışların bir örneği de sende vardır. Tâ ki, o vasıta ile bütün şeyleri bilmek belki sana yol olur. Lâkin sen kendi özünden gafilsin. Ya başka şeyleri nasıl bilebilirsin? Levh-i Mahfuz’un örneği, hâfız olan bir kişinin dimağıdır. Hâfız kişi bütün Kur’ân’ı ezberler. Sanki Kur’ân beynine yazılmıştır. Kur’ân’ı sanki dimağında yazılı olarak görür. Ama bir kişi dimağı zerre zerre ayırsa ve baş gözü ile onlara baksa, Kur’ân’ın bulunduğu yeri orada göremez. Böylece sen de Levh-i Mahfuz’da, eşyanın yazılışını bu cinsten bilmelisin. Levh-i Mahfuz’da yazılan şeylerin ucu-bucağı yoktur. Başımızın görünen gözüyse sonu olan şeyleri görür, başka bir şey görmez. Böylece sonsuz olan bir şeyi, sonu olan bir şeyde nakş-i mahsusla tasvir eylemenin yolu yoktur. Böylece Yüce Allah’ın Levhası, Kalemi ve onu yazan el, hiç senin bir şeyine benzemez. O’nun kendisinin de sana benzerliği yoktur. Maksadımız, gayb âlemindekilerin bizim de onlardan haber almamızın imkânsız olmadığını anlatmaktır. Nitekim rüyada da görürsün sen! Ölüleri güzel veya çirkin halle görmek, onların diri olduğuna veya —Allah esirgesin—-azapta olduğuna bir delildir. Onlar yok olmuş değillerdir.? Nitekim Kur’ân-ı âzimüşşan onların diri olduklarını şu âyet-i kerimede bildirir: “Onlar ki, Hak yolunda şehid olmuşlardır, siz onları ölülerden sanmayın. Aksine, onlar yaşıyorlar, diridirler. Rablerinin katında rızıklanmışlardır. AHahü Teâlâ’nın kendilerine fazlından verdiği şeylerde ferah bulucudurlar. Arkalarından henüz (şehit olup) kendilerinin derecelerine erişmeyenlerle beşâret bulucudarlar; onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar.” (Âl-i İmrân Sûresi: 169-170).
HÜCCETÜ’L-İSLAM ÎMAM-I GAZALİ
Yorumlar:
Yorum Yazabilirsiniz.